Sabır; bütün dinlerde, inanışlarda ve felsefelerde isimleri farklı olsa da hayatın ta içinden kopup gelen gerçek bir olgu. Pes etmemek, içindeki vehmi susturabilmek, “Neden” demeden tüm sıkıntıların üzerinden akıp gitmesini beklemek, dile kolay kalbe zor… Bitti dediğinde yeniden başlıyor bir yerlerde bir şeyler… “Ben bu gerçekle yaşayamam” diyorsun pekâla yaşıyorsun. Matrix’te çok sevdiğim bir sahne […]
Sabır; bütün dinlerde, inanışlarda ve felsefelerde isimleri farklı olsa da hayatın ta içinden kopup gelen gerçek bir olgu.
Pes etmemek, içindeki vehmi susturabilmek, “Neden” demeden tüm sıkıntıların üzerinden akıp gitmesini beklemek, dile kolay kalbe zor…
Bitti dediğinde yeniden başlıyor bir yerlerde bir şeyler… “Ben bu gerçekle yaşayamam” diyorsun pekâla yaşıyorsun.
Matrix’te çok sevdiğim bir sahne vardır: Neo caddenin kenarındadır ve kalabalık olanca hızıyla akıp gider iki yanından. O sadece durur.
Kenarda durmak ve olanları izlemek insanı akıl sakinliğine ve sonsuz bir dinginliğe çekiyor. Kenarda sabırla beklemeyip akışta yol almak için debelenince oluyor ne oluyorsa!
Bazen öyle şeyler üst üste geliyor ki acıdan nefes bile alınmıyor…
Büyük bir kederin içinde iken insan ne görüyor, ne duyuyor, ne de hissedebiliyor. Akıl bulanıklaşıyor, karar verme mekanizması ise işlemez oluyor.
Ne zaman ki yaşadıklarımızdan ne öğrenmemiz gerektiğinin farkına varırsak, o zaman farkında olmadan akışa yavaş yavaş katılıyor ve o bulanıklık içinde göremediğimiz hikmeti görmeye başlıyoruz.
Peki neydi bizi sabırdan alıkoyan? Neden, her şey üstümüze üstümüze gelirken biz kılıcı kınından çekip “Benim vekilim o, ol der ve olur” diyemiyor, başımızı taşlara vuruyorduk?
Kişi başına belâ gelmeden sabırlı olup olmadığını anlayamıyor, sınanmadığı bir acının tarifini yapamıyordu.
Başımıza gelen her belâ, bizim yapıp ettiklerimizin bir sonucu muydu, yoksa imtihan adını verdiğimiz şey miydi?
“Şimdi sen, Rabbinin hükmüne sabret ve balık sahibi (Yunus) gibi olma; hani o, içi kahır dolu olarak (Rabbine) çağrıda bulunmuştu.” Kalem Suresi, 48
Ashab-ı kiram, “Mihnet ve sıkıntı içerisinde bulunduğumuz zamanlar sabretmek, bugün içerisinde bulunduğumuz nimet ve zenginliklere sabretmekten kolay idi” demişler.
Mihnete sabretmek, belâya boyun eğerek yardımı O’ndan isteyebilmek…
“Sen verdin bunu Ya Rabbi sen al” diyebilmek…
“Benim vekilim sensin, irademi sana bıraktım, kaldır üstümüzden bu kara bulutları” diyebilmek…
Âmin, âmin, âmin…