Tarihçi-Yazar Mustafa Armağan, geçtiğimiz hafta İstiklâl Marşı’nın kabulü’nü konuşmak üzere Bursa’mıza teşrif etti. İstiklâl’imizi anlatırken o kadar farklı yollardan giriş yaptı ki, bunun müstakil bir konu olmadığını, epey geniş bir alanı olduğunu gördüm. Nitekim kendisiyle de konuşacak birçok konumuz vardı aslında ama programı yoğundu ve zamanımız kısıtlıydı. Biraz sohbet ettik ve röportajımıza dijital ortamda devam […]
Tarihçi-Yazar Mustafa Armağan, geçtiğimiz hafta İstiklâl Marşı’nın kabulü’nü konuşmak üzere Bursa’mıza teşrif etti. İstiklâl’imizi anlatırken o kadar farklı yollardan giriş yaptı ki, bunun müstakil bir konu olmadığını, epey geniş bir alanı olduğunu gördüm. Nitekim kendisiyle de konuşacak birçok konumuz vardı aslında ama programı yoğundu ve zamanımız kısıtlıydı. Biraz sohbet ettik ve röportajımıza dijital ortamda devam etme kararı aldık. Tarih, konusu itibariyle ciddi mesai isteyen bir dal ve bilinmeyen çok fazla şey var. Dolayısı ile biz genel sorular ile tarihe ilgi duyanların meraklarını bir nebze de olsa gidermeye çalıştık.
Umarım okurlarımızın tarih ilgisine bir tuğla ekleyebiliriz:
Size göre tarihimizi tüm ayrıntıları ile bilmek isteyenler öncelikle kimi okumalı? Okurken diğer ülkelerin tarihi ile karşılaştırmalı okumak gerekir mi?
“Tarihimiz” çok-katmanlı, çok-boyutlu aynı zamanda da Avrasya tarihinin merkezinde yer alması bakımından engin bir coğrafyaya yayılmış bir ifade. Sibirya’dan Hicaz’a, Cezayir’den Viyana’ya kadar uzanan zengin bir coğrafyanın tarihinden bahsediyoruz. Hangi tarih? İslam öncesi Türk tarihi mi? Selçuklu ve Osmanlı tarihleri mi? Tolunoğulları dahil mi buna? Ya yakın tarih? Mesela Çerkes Ethem var mı içinde? Demek ki işimiz kolay değil. “Tarihimizi tüm ayrıntıları” ile bilmek bir ömre sığmayacaktır tabiatıyla. Meslekten tarihçiler için bile fazla geniş bir kütle karşısındayız. Ancak genel okur için bazı kitaplar tavsiye edilebilir. Bu çabanın bir ayağı Yılmaz Öztuna’nın Büyük Türkiye Tarihi olmalı. Evet, bilgileri kısmen eskimiş filan ama tarihimizi başı sonu belli bir bütünlük içinde anlatması çok mühim. Keza Osman Turan’ın Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi mutlaka okunmalı. Böyle bir sentez eser bir daha yazılamadı zira. Selçuklu sahasında Mustafa Alican ve Muharrem Kesik’in kitapları tavsiyeye şayan. Cihan Piyadeoğlu da iyidir (Sultan Alparslan’ın 1 metreye yakın sakalı olduğunu yazması bir cesaret işiydi). Osmanlı sahasında ise İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile Enver Ziya Karal’ın Türk Tarih Kurumu Yayınları’ndan çıkmış olan çok ciltli Osmanlı Tarihi kütüphanenizde yer almalı. Yakın tarih ise malum “en uzak tarihimiz”. Yalanlar ve uydurmalarla tıka basa dolu. Sultan Abdülhamid hakkında kaleme aldığım 3 ciltlik Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı serisini tavsiye etmekten ictinab etmeyeceğim. Son olarak Cumhuriyetin kuruluş devriyle ilgili Mete Tunçay’ın Türkiye’de Tek Parti Yönetiminin Kuruluşu ile tarih alanında doğru bilinen yanlışlarla ilgili Cemil Koçak’ın Tarihin Buğulu Aynası mutlaka okunması gerekenlerden.
Vatandaşlarımızın bir bölümü gerek Türkiye şartları olsun, gerek Osmanlı devleti hakkında olsun başka ülkeler ile karşılaştırma halindeler. Karşılaştırmalı tarih okursak, sürekli kendimizi ve tarihimizi geri kalmış hissetmekten vazgeçer miyiz?
Elbette karşılaştırmalı tarih okunmalı ama karşılaştırabilmeniz için önce kendi tarihinizi iyi okumanız şart. Bir ayağınızı oraya sağlamca basmanız gerekir. Sonra tabii Batılıların da namuslu tarihçilerini seçip okumak bir zaruret. Batıyı bize allayıp pullayarak göstermek için çırpınan gayretkeşlerin kitaplarını okumayın sakın. Rönesans’ı öyle bir parlatarak anlatıyorlar ki insanlığın ışıklı abidesi falanmış. İşte İtalya’nın Kısa Tarihi adlı kitabında Jeremy Black yıllarca yıkanmayan İtalyanların “temizlenme” dediklerinde artık kirden kahverengiye dönmüş elbiselerini değiştirmeyi kastettiklerini yazarak uyuşan şuurumuza alevden bir mızrak yollamayı başarıyor. Okuyan var mı? Yok… Mesele kapanmıştır. Evvela diz kırıp okuyacağız ki hem kendi hikayemizin hem de Batı yakasının hikayesinin bize dürüstçe anlatılmadığını fark edebilelim. (Zihnimize ikili bir oyun oynandığını bilelim.) Bu arada kendimizi Avrupa ile mukayese edebilmek için yazdım Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı’nı. Birçok ipucu orada mevcut.
Lozan Antlaşması’nın 2023’te biteceği ve bununla birlikte Türkiye’nin yeraltı kaynaklarını daha rahat bir şekilde çıkaracağı söylentisi şehir efsanesine dönüşmüş durumda. Normalde bakınca böyle şey yok ama gizli maddelerden bahsediliyor? Neden özellikle 2023? Neden Lozan? Gerçekten antlaşmanın gizlenen maddeleri var mı?
Bu tür tevatürler öteden beri vardı. Hayır, Lozan 2023’te bitmeyecek. Süreli bir antlaşma değil zaten. Süresiz antlaşmalar grubundan. Bu demek değildir ki hiç bitmeyecek. Tabii ki günü gelince değişecek. Türkiye ihtiyaç duyarsa yenilenmesini bugün de isteyebilir lakin ister mi, ister miyiz, ondan emin değilim. Çünkü elini verip kolunu kaptırmak da var. Ne zaman ki ülkemizin ekonomik ve siyasi vaziyeti bu adıma elverişli hale gelir, o zaman düşünebiliriz. Ama şimdi değil. Çok çalkantılı bir dönemden geçiyoruz zira. “Gizli maddeler” meselesine gelince… Olmaması gayri tabii olurdu. Her büyük antlaşmanın gizli maddeleri mutlaka olur zaten. Nitekim bu maddelerin ipuçlarını Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nden bulup yayınladım Derin Tarih dergisinde. 1947 yılında Reisicumhur İnönü’ye yazılan Kemal Ohri imzalı bir mektupta Lozan Konferansının öncesinde İngiltere ile “muahede-i hafiye-i evveliye” yapıldığı yazılıydı. Hilafetin kaldırılması ve medreselerin kapatılması gibi şartlarla gizli bir ön antlaşma yapılmış, nitekim Lozan’dan sonra bunlar yürürlüğe konulmuş da adım adım… Bu bir ipucu, Şimdi sıra bu gizli protokolün ortaya çıkarılmasında. Bakalım o ne zaman gün yüzüne çıkacak? Bekliyoruz merakla. Merak duygusunu iptal etmiş bir tarih çekilmez zira.
Resmi tarihte kadınlara siyasi hakların verildiği söyleniyor. Kadınlar ise “verilmedi, biz aldık” diye cevap veriyor ve bu konuda gitgide daha fazla kitap yazılıyor. Resmi tarih Nezihe Muhiddin’i neden yok sayıyor?
Ben başka bir soru sorayım: 1934 yılında erkeklerin “seçme” ve “seçilme” hakları var mıydı ki kadınlarınki olsun? Tek Parti rejiminden bahsediyoruz, dikkat edin. Tek Parti, tek sandık, tek liste, tek partinin oy pusulası var sandığın yanında ve zaten kapalı bölmeye gidip zarfa koymayı gerektirecek özel bir durum yok, her şey ortada. Sandık kurulunun önünde tek pusulayı alıp tek sandığa açık olarak atıyorsunuz. Durun, bu daha ilk seçim, siz bu oyu atmakla müntehib-i sanileri seçtiniz, yani ikinci ve asıl seçmenleri. Seçtikleriniz –ki yine Tek Parti/CHP’nin görevlileridirler- ikinci bir “seçim” yapacak ve parti tarafından tayin edilen adayları “seçeceklerdir”. Bu bir seçim değil, bir mizansendir ve Serbest Fırka’nın katıldığı 1930 yerel ara seçimleri hariç 1923’ten 1946 yılına kadar çeyrek asır boyunca tam bir seçimcilik oynanmıştır. 46 seçimleri ise bir rezalettir biliyorsunuz. Bu defa millete oylarını yine açık attırdılar, sayımı gizli yaptılar (normalde tersi olması lazım gelirdi). Ve iktidarı 4 yıllığına daha gasp ettiler. Kadınlara oy hakkı tanınmasının siyasi iktidar açısından belirleyici bir fonksiyonu olmuş mu, o önemlidir. Olamazdı, olmadı da zaten. Ta ki Tek Parti 1950’de milletin tokadını yiyene kadar bu demokrasicilik oyunu devranı böyle devam edip gitti. Kadınlara oy verme hakkı bir vitrin düzenleme işidir. Göstermeliktir. Üstelik bir lütuf değil, Meşrutiyette başlayan kadın hakları mücadelesinin devamıdır. Geç kalınmıştır. Kadınların hak mücadelesinin neticeye ulaşması ısrarla ertelenmiştir. Kadınlar “önce askerlik yapın, sonra oy kullanabilirsiniz” diyerek baştan savılmıştır. Ta ki 1934 Aralık’ında kadınların ertesi yıl yapılacak seçimlere katılma taleplerini eyleme dökmelerine kadar devam eden çok yönlü sıkıştırmanın sonucunda atılan gecikmiş bir adımdır. Bu yönüyle göstermelik de olsa kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır ama kadınların oyları da erkeklerin oyları gibi zayıf oylardı. Siyasete bir tesir yapamıyordu. İktidarı değiştiremiyor, hatta etkileyemiyordu, Çünkü Tek Parti rejimi vardı. Demokrasi yoktu. Kimse kusura bakmasın ama demokrasinin olmadığı yerde de bu hakkın bir işe yaradığını söyleyemeyiz.
Günümüzde, tarihi olaylar üzerinden geçmişe atıf yapılarak siyaset yapılıyor. Dolayısı ile herkes değil ama merak edenler kitaba başvurmak yerine internet üzerinden araştırarak bazı bilgi ve belgelere ulaşıyor. Fakat bu belgelerden birçoğu sahte. Bunun önüne geçebilmek mümkün mü?
Sanal ortamda fabrikasyon belge üretiminin önüne geçmek mümkün değil. Ancak bunların gerçekliğini sorgulamak mümkün. Bir belgenin hangi arşivden olduğunu, belge numarasını veya kitaptan ise kitabın künyesini talep edebiliriz. Bunları vermiyorsa kaynağımız, onu şüpheli sayar, paranteze alırız. Veriyorsa tahkik ederiz. Şu kadarını söyleyeyim ki, kitabi kaynaklara dayanmayanların çoğu çöptür. İnternet de tarihin en kabarık çöplüklerinden biridir.
Resmi tarih ve okul kitaplarındaki anlatılan Osmanlı ve Türkiye tarihi bir nevi özet şeklinde. Birçoğu da tarihçilerin anlattıklarından uzak. Kitaplar yeniden yazılmalı mı?
Tabii ki yeniden ve yeniden yazılmalıdır. Her nesil kendi tarihini yeniden yazmalıdır. Yazmak zorundadır. Resmi tarihin cenderesinden kurtulmadıkça da Türkiye’de tarih kültürünün ve ilminin belini doğrultması mümkün değildir.
Tarih yazımı neye dayanır?
Tarih ile geçmiş (mazi) aynı şey zannedilir ama değildir. Tarih, geçmiş denilen okyanustan tarihçilerin yakaladıklarından ibarettir. Malum, geçmişteki her şey kayda girmez. Tarihçi ise kayda girenler üzerinden girmemiş olanları hayal etmeye ve tablonun boşluklarını tamamlamaya çalışır. Ancak tarih tablosunun tam olarak tamamlandığını kimse iddia edemez. Tarihte son söz yoktur ve iyi ki de yoktur. Yoksa tarih sahası çok sıkıcı olurdu. Birbirini tekrar ederdi. (Bizim ideolojik İnkılap tarihlerimiz gibi.) Sürekli yeni belgeler, bilgiler ve keşiflerle, yaklaşım ve yöntem değişiklikleriyle tarih hakkındaki bilgilerimiz sınanır ve uygun olmayanlar değiştirilir. Farkındaysanız 2016 yılında tarih ufkumuza unutulmuş bir zaferimiz girdi: Kutul Amare diye bir zaferimiz olduğunu 100 yıl sonra keşfediverdik! Şimdi artık literatüre girdi bu zaferimiz hakkındaki bilgiler. Tabii karşı yönden bir örnek de var: Hasan Tahsin de 1960’lı yıllara kadar ders kitaplarında yer almazken şimdi baş köşede. Demek ki tarih değişebiliyormuş değil mi?
Sizce bir tarih yazarı taraf tutarak yazabilir mi ve tarih yazarı nasıl olmalıdır?
Tarihçi taraftır. Bir milletin içinde doğar, o kültürü yer, içer, yiyip içtikleriyle boy atar, kilo alır. Günün birinde tarihçi olunca bu geçmiş birdenbire hafızasından silinmez. Onun bakış açısında ölünceye kadar yaşar. Tarafsızlık veya objektiflik diye bir şey yoktur, bunlar birer mittir, tarihte ise hiç yoktur ve olmasının isteneceğini de zannetmem. Yani bir Halil İnalcık merhum Tayvan tarihi çalışmalı mıydı? Çalışsa ne kazanacaktık? Neden çalışmadı peki? Hani tarafsızdı tarihçi? Tayvan da dünya tarihinin bir parçası değil mi? Ne böyle bir talep oldu ondan ne de hocanın dünyasında Tayvan tarihî bir mesele haline geldi. Neden gelsin ki? Elbette Fatih Sultan Mehmed’i çalışacaktı, Osmanlı iktisadını çalışacaktı, adaletnemeleri tedkik edecekti… Eğer objektif veya tarafsız olsaydı bunu yapabilir miydi? Neden Fatih önemlidir bizim için de Afrika’nın en büyük kralı Mansa Musa önemli değildir? (Bu arada gelmiş geçmiş en zengin adamdı.) Değildir de onun için. Bu kültür içi bir cevaptır. Arjantinli ile Çinli aynı matematiği okur ama aynı tarihi okumaz. Okuyamaz daha doğrusu. Bunun sebebi de tarihin kültürle derin alakasıdır. Kültürden bağımsız bir insan olmadığı gibi kültürden bağımsız bir tarihçi, dolayısıyla kültürden bağımsız bir Tarih de yoktur. Tarihi değil tarihçiyi incele der, E. H. Carr. Haklı mı haklı. İyi ki tarafsızlık yoktur, Halil hocanın Tayvan tarihi kitaplarıyla oyalandığını düşünün… Nasıl bir manzara çıkıyor karşınıza? Soğuk mu? Öylesine soğuk olurdu tarafsız tarih.
Sosyal medya profilinizdeki Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’nde geçen “Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten” dizelerini bazı kişiler “Mustafa Armağan monarşi istiyor” diye yorumluyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu nasıl bir mantıktır? Buradan monarşi özlemi çıkaran akıl hangi imalathaneden çıkmıştır, merak ettim. Tam tersine, bu mısra (“dizelerini” değil) milleti önemseyen ve millet yolunda çalışmaktan beni kimse alıkoyamaz diyor ki bugün dahi vatan hainleri hariç herkes bu mısraın altına imza rahatlıkla atacaktır. Ben milletin yolundayım, bu yoldan kimse döndüremez. Nokta.
Mustafa Armağan hocamıza bize ayırdığı zaman ve hoşsohbeti için teşekkür eder, yeni eserlerini merakla beklediğimizi bilmesini isteriz.