Adina Hanımın ile yaptığımız röportajın ardından, çevrede bulunan ve doğal güzelliği ile göz kamaştıran bir kaç yere gitmek için yola çıkıyoruz. Balagay’ın ardından Pocitelj’ye doğru yola çıkıyoruz. Osmanlı’nın son köyü, daha öncede buraya uğradığımız için pek fazla durmuyoruz burada. Ardından Sırpların bulunduğu ve doğal güzelliği ile göz kamaştıran, yalancı cennet tabirini kullanabileceğimiz bir yere geliyoruz. […]
Adina Hanımın ile yaptığımız röportajın ardından, çevrede bulunan ve doğal güzelliği ile göz kamaştıran bir kaç yere gitmek için yola çıkıyoruz. Balagay’ın ardından Pocitelj’ye doğru yola çıkıyoruz. Osmanlı’nın son köyü, daha öncede buraya uğradığımız için pek fazla durmuyoruz burada. Ardından Sırpların bulunduğu ve doğal güzelliği ile göz kamaştıran, yalancı cennet tabirini kullanabileceğimiz bir yere geliyoruz. Bu yerin adı Kravice. Ljubuski şehrine bağlı Studenci bölgesindeki Kravice şelalesi. Bizim Türkiye’den oraya turist olarak gidenlerin pek uğramadığı yerlerden biri.
Birden fazla şelale ve yemyeşil doğa. Gerçekten harka bir manzaraydı. Bu doğa harikasının verdiği heyecanla şelalelerin olduğu yere doğru yürüyoruz. Adina hanım buranın Sırpların elinde olduğunu söylüyor. Kapıdan geçiyoruz ve bir çok insanın şelalelerin altında yüzdüğünü görüyoruz. Kimileri soğuk suyun tadını çıkarıyor, kimileri ise eşsiz doğanın seyrinde…
Merdivenlerden aşağıya doğru inerken, 2 yaşlı bayan bana bakıp telefonla onları resim çekmemi rica etti. Adina hanımla hem yer hakkında sohbet ediyoruz hem de yaşlı bayanların fotoğraflarını çekiyorum. Fotoğrafları çektikten sonra bayana telefonunu uzatıyorum. Bayan bana bakıp, “Teşekkür ederim” diyor, yabancı aksanı ile. Yani bir bakışta Türk olduğumuz demek ki belli olmuş. Şaşkınlıkla bir yandan da tebessüm ediyorum tabi. Öğretmişiz teşekkürü…
Daha sonra Kravice’nin etrafında yürüyoruz. İnsanlar akın akın gelmeye başlıyor. Boş kaldığını fazla göremezsiniz. Hafta içi olmasına rağmen bir çok insan o eşsiz manzara için oradaki yerini alıyor. Oradan çıktıktan sonra Mostar’a geri dönmek için yola çıkıyoruz.
Mostar’a doğru gelirken, yolda bir anda polis bizi durduruyor. Ehliyet ve ruhsatı soruyor. Ehliyet ve ruhsat var ama nerede acaba diye başlıyorum aramaya. Tabi Hırvat polis de bir yandan beni izlemeye devam ediyor. Önce ruhsatı buluyorum. ve bu seferde ruhsatı aramaya başlıyorum. En sonunda onu da buluyorum. Tabi polisin isteklerini hallettikten sonra epey rahatlıyorum. Polis bana ceza yazacağını söylüyor sonra. Hatta ben bunu ilk kabul etmiyorum. Çünkü henüz karanlığın çökmesine 2-3 saat var. Aracın ışıkları yanmıyor diye açıkçası ceza yazmak için bahane arıyor desem yeridir. Türkiye’den geldiğimi ve misafir olduğumu, Türkiye’de böyle bir uygulamanın olmadığını ve ilk defa yurt dışında araba kullandığımı söylüyorum. Polis ise bunun kendilerinde bir kanun olduğunu ve ceza yazılması gerektiğini ifade ediyor.
Adina hanım da biraz sert çıkışlar yapıyor polise. Ne konuştuklarını anlamıyorum tabi. İş Boşnak, Hırvat davasına dönmüş meğer. Bir anda bende gerilmeye başlıyorum. Sadece polisin ne yapacağına bakıyorum. Ehliyeti ve Ruhsatı alıp ekip otosuna doğru gidiyor. Bir yandan da dönüp dönüp bize bakıyor. Sanki böyle yalvarmamızı bekliyor. Özellikle bana karşı… Ama ben sadece susuyorum ve ne yapacağını bekliyorum. Ve ceza yazmadan getirip bana teslim ediyor ehliyet ve ruhsatı…
Sonra Mostar’a giriş yapıyoruz. Adina Hanım’a teşekkür ediyorum ve Mostar’dan ayrılıyorum. Saraybosna’ya doğru yola çıkıyorum. Zaten Mostar’dan Saraybosna’ya gitmek çok kolay. Hiç bir yere sapmadan 2,5-3 saat sonra Saraybosna’ya giriş yapıyorsunuz. Tabi gece karanlığında yolculuk yapmak ve sürekli önünüze uzun tonajlı araç geçmesi tabiri caiz ise sabır çektiriyor bize… Yolda devam ederken, bir tünele giriyoruz. Işıklandırma yok, ve yukarıdan su damlıyor. Yani suyun damlaması pek hayra alamet değildir bunu hepimiz biliriz. Yani çökmesi an meselesi ama açıkça söylemek gerekirse kimse pek bu durumu takmıyor. Sonra Saraybosna’da bulunan arkadaşım Ömer Balkan beni Baş Çarşı’da beklediğini söylüyor.
Yolda giderken geçtiğim hemen her yerde minareleri görüyorum. Her minare görüşümde mutlu oluyorum. Hani Anadolu insanı deyince aklımıza bir şeyler gelirya, İnanın işte tam da böyle… Gurbetteki Anadolu ismini kullanmamın tek nedeni bu.. Turcin (Türk) denildiğinde o memleketlerde insanların size bakışını görmeniz, nasıl bir millete mensup olduğunuzu anlamaya yetiyor ve artıyor.
Yolda ilerlerken Ömer tekrar beni arayıp, gelip gelmediğimi soruyor. Bende tam giriş yapmışım Saraybosna’ya. Daha sonra da yol kenarında bulunan birine Baş Çarşı’yı soruyorum. O da direk gelip yanıma oturuyor. O da o tarafa doğru gidecekmiş. Sonra beraber yola çıkıyoruz. Adam Türkçe de İngilizce de bilmiyor. Ama futboldan anlıyor belli ki. Bana bizim takımları sayıyor. Bende ben Beşiktaşlıyım diyorum. Adam anlıyor ve gülüyor. Adam açıkçası çokça bir şeyler anlattı ama ben anlamadığım için susarak tebessüm ettim hep. Baş Çarşı’ya yaklaşınca adam ineceği yeri gösterdi. Daha sonra arabadan indi ve, “Allah’a emanet” dedi… Bu cümle çok tanıdıktı ve birden gülmeye başladım.
Arabayı biryere park edip arkadaşım Ömer Balkan’ın gelmesini bekledim. Sonra Ömer gelince hasret gidererek sarıldık birbirimize. Daha sora direksiyona Ömer geçti ve Saraybosna’nın en yüksek bölgesindeki bir yere götürdü bizi. Gece geç saatlerdi. Saraybosna ayaklarınız altında ve ışıklar rengarenk.
Orada kahvelerimizi içtikten artık dinlenmem gerektiğini arkadaşıma söylüyorum. Hemen bir otele yerleşiyoruz. Otel gibi değil pek ama dinlenmek için çok ideal bir yerdi. Dinlendikten sonra Travnik ve ardından da Donji Vakuf’a gidecektik. Yolumuz uzundu. Bu nedenle iyi bir uyku bizi daha dinç tutacaktı….
Sabah erkenden uyanıyorum. Kahvaltı için Boşnak Böreği gerçekten çok güzel gidiyor. Hele yanına bir de tavşan kanı bir çay olduğunda değmeyin keyfinize. Ömer ile birlikte yavaş yavaş hazırlıkları yapıp yola çıkıyoruz…
BEREDEKİ AYYILDIZI GÖRENLERİN TEPKİSİ…. TRAVNİKTE KALEYE ALMAK İSTEMEDİLER… —–>>>> YARIN