İnsan düşüncesinin buz tuttuğu, işlevselliğini yitirdiği bir zaman dilimi. Görmeden bakıyor, duymadan dinliyor, hissetmeden konuşuyorlardı. Her şey ama her şey kuralına uygundu aslında, tek bir yanlış yoktu. Ama havada bir soğukluk vardı sanki. Dondurulmuş yemekler gibi. Karnını doyuruyor ama ev yemeğinin lezzeti ile karşılaştırınca gelip geçici, şişkin ve tatsız kalıyordu. Maruz kaldıkları vahşi görüntüler, ölümler […]
İnsan düşüncesinin buz tuttuğu, işlevselliğini yitirdiği bir zaman dilimi. Görmeden bakıyor, duymadan dinliyor, hissetmeden konuşuyorlardı. Her şey ama her şey kuralına uygundu aslında, tek bir yanlış yoktu. Ama havada bir soğukluk vardı sanki. Dondurulmuş yemekler gibi. Karnını doyuruyor ama ev yemeğinin lezzeti ile karşılaştırınca gelip geçici, şişkin ve tatsız kalıyordu.
Maruz kaldıkları vahşi görüntüler, ölümler ve felaketler zamanla alışıldık olmuş ve normalleşmişti. Artık şaşırmıyor, sadece kızıyorlar ve sonra unutuyorlardı. Sonra telefonu ellerine alınca kızdıkları şey her ne ise unutuyorlar ve sosyal medyada beğenmeye, görmeden bakmaya devam ediyorlardı. Mekanikti her şey… Hatta bazen verilen tepkilerin bile önceden çalışılmış olduğunu düşünüyordu. Yoksa insan böylesine çabuk nasıl değişir ve unuturdu ki…
“Rabbim hayretimi arttır”.
Herkes düşünceden ibaretti elbette. Eğer gerçekten düşünceleri somut bir varlığa dönüşseydi hepsinin ten rengi yeşil olur, görünüşleri ise dikdörtgen bir kâğıt parçasına benzerdi. Ah belki de bir markanın amblemi olurlardı. Ne komik!
Sabah güneş doğmadan uyanıyor, aceleyle hangi maddeden yapıldığı belli olmayan şeyler yiyerek güne başlıyorlardı.
Ah sorma, hiç sorma çok kötü miden yanıyordu sonrasında, ama ne yaparsın işe yetişmek gerek. Biliyorsun…
“Çocuklar nerede? Ezber yapıyor. Ne ezberi? Bakmıştım ama unuttum. Of ders çalışıyor işte, soru mu bu sende ha! Çocuk dediğin ne yapar?”
Bir yandan telefonda oyun oynuyorken bir yandan film izliyorlardı. Her şey o kadar hızla geçiyordu ki, hiçbir şeye yetişemiyordun. Sürekli “Geç kaldım” diyen beyaz tavşan misali…
Bir de başka bir yeşil vardı. Üzerine uzanıp gökyüzünü izledikleri, bulutların dans ettiği yerde yeryüzüne gölgesini aksettirdiği yeşillikler, sonsuz bir toprak yığını… Herkes sevmiyordu toprağın üstünde uzanmayı… Boşa zaman harcamak olduğunu düşünüyorlardı. Toprağın üstündeki yeşile bakarken sahiden görmeye başlıyordu insan gözü. Duyuları harekete geçiyor ve gerçekliği hissediyorlardı.
Yeşile uzun zaman bakınca bir zaman sonra boyut değiştiriyordun.
Sesler kesiliyor, görüntü netleşiyor ve bir uğultu geliyor bir yerlerden…
Bilinçsizlik hâli…
Ve huşu…
Ve vecd…
Uyku ile uyanıklık arasında kalmış gibi…
“Gözleri vardır görmezler, kulakları vardır duymazlar”
Yirmi beş katlı camlı binalar vardı. Zemini parlak ve dümdüz… Topuklu ayakkabı giyenler hiç sendelemiyordu orada. Kimse üşümüyordu ayrıca. Gak deyince yemek, guk deyince su. Ama karşılıklı tabiî. Öyle olur mu?
Üzerinde rakamlar olan “Yeşillimorludikdörtgenkâğıtparçaları” var. Bu yeşiller farklı yeşil. Gene bilincini kaybediyorsun ama ruhunda yanında eşlik ediyor bu kez. Sürekli elden ele geziyorlar.
Galiba her şey elektriğin icadı ile başladı. Ah dur bir dakika tekerlek de olabilir esas sebep. Medeniyete giden yoldu değil mi? Çok hızlı gelişti her şey. İcat edilen ne varsa kalbi, ruhu yok etmek için kullanıldı.
Bir daha da hiçbir şey eskisi gibi olmadı…
Bir yazar diyordu ki “Biz tekerleğin ülkeye girmesini de istemezdik. Tekerlek sürat ve sözde uygarlık için yapılmıştır. Biz, ticari yaşamın hızı içinde, düşünceyle ilgili olaylara zaman kalmadığını daha çok önceden fark etmiştik. Maddi dünyamız telaşsız ve rahat adımlarla ilerliyor, böylelikle kendi aslımızla ilgili bilgiler gelişip yayılabiliyordu.” (Üçüncü göz)
“Ve biliyor musun, tetik çekmek, gitar çalmaktan daha kolay, yok etmek yaratmaktan daha kolay.” (Desperado)