Bir süre önce hiç ama hiç istemediği bir şeyin tam ortasına düşmüştü. İşin kötüsü ne kadar çabalarsa çabalasın o durumdan bir türlü kurtulamamıştı. Onun adına alınan kararlar mı dersiniz, ona dair ama ondan habersiz çizilen yol mu, ne ararsanız vardı. Şahsıyla ilgili alınan bu kararları dinlerken çok sakindi ama kendiyle baş başa kaldığı zaman “İstemiyorummm” […]
Bir süre önce hiç ama hiç istemediği bir şeyin tam ortasına düşmüştü. İşin kötüsü ne kadar çabalarsa çabalasın o durumdan bir türlü kurtulamamıştı.
Onun adına alınan kararlar mı dersiniz, ona dair ama ondan habersiz çizilen yol mu, ne ararsanız vardı.
Şahsıyla ilgili alınan bu kararları dinlerken çok sakindi ama kendiyle baş başa kaldığı zaman “İstemiyorummm” diye bas bas bağırıyordu.
Nitekim kiminle konuşsa hep beklemekten bahsediyorlardı. “Bekle “ diyorlardı “Bekle”…
Beklemek istemiyordu, zira en çok tepki verdiği şeyde “Bekle” denmesiydi.
Ara ara kendini sorgulamaya çalışıyordu “neden bu sabırsızlık” diye ama cevabı da bulamıyordu bir türlü.
Garip olan ise derdini anlatmayı sevmeyen bir yapısı varken, yaşlı teyzeler gibi selam verene bile şikâyetini anlatmaya başlamıştı. Dolayısıyla öğrendi ki “şikâyet etmek kaygılanmanın söze dökülmüş hâli imiş.”
Sürekli olumsuzdu, zihnini bir türlü toparlayıp başka şeylere odaklanamıyordu.
Aynı şey kafasında dönüp dönüp duruyordu.
Sonra birisi dedi ki “Sen hep demez miydin kaderimi zorlamak istemiyorum diye, şu an kaderini zorluyorsun ve sonunun senin için olumsuz olma ihtimalini bile düşünmüyorsun.”
İlkin durulur gibi oldu biraz. İsmet Özel der ya “Allah insanı iddiasından vurur” diye. İddiasında bulunduğu şeyi çiğniyordu ve homurdanmalarıyla herkesi mutsuz ediyordu.
Bir gün gene çok istediği bir şeyin neden olmadığını sorgulayıp, Rahmetli Cahit amcanın da neden neden diye başını şişirdiğinde “Sen Allah’ı sorguluyorsun, o nasip etmiyor çünkü böyle olmasını istiyor, sana mı kaldı değiştirmek” diye azarlanmıştı. Aynı şeyleri zaman zaman yaşıyordu ve sadece esaslı bir cümleyle duruluyor, kendine geliyordu.
Ama sanki bu sefer başkaydı…
Kendini karşısına alıp tekrar konuşmayı denedi. Yapamadı.
Kendi ile baş başa kalacak kadar çok vakti olmuyordu. Ya sabah kimse uyanmadan kalkıp yapacaktı bu işi (kalkamadı)ya da herkes uyuduktan sonra…
Sırtüstü yatarak gözlerini tavana kilitleyip, kafasının içindeki her sesi bir sûrete büründürerek bu mutsuzluğun esas sebebini tam bulacaktı, bir bakıyordu ki içindeki “bayansorunlardankaçan” pijamasını giymiş “kusura bakma ben çok yorgunum, uyuyacağım” diyerek gidiyor ve sonrasını hatırlamıyordu.
Delik deşik bir uykuyla sarmaş dolaş …
Bu süreçte tek öğünle hayatını devam ettirirken, üç senedir uzak durduğu sigaraya da tekrar başlamıştı.
Aynaya bakıp tel tel beyazlayan saçlarının, demet demet beyazlamaya başladığını izlerken de garip bir haz almaya başlamıştı. Üstünü kapamak olasıydı ama onu da yapmıyordu.
Baş dönmeleri de başlayınca endişelendi bu sefer. Kendi kendini kuyulardan bir kuyuya atmış, bir tek üstüne toprak atmadığı kalmış.
Sonra, aklına bir arkadaşının anlattığı akrabası geldi. Tevekkül sahibi, kendi hâlinde olan bu adamcağız birden hayatına son vermeye karar veriyor. Çok şükür kurtarıyorlar adamı, sonrasında hastanede yapılan bilumum test sonuçlarında da b 12 eksikliği olduğu ortaya çıkıyor.
Anladı ki hayatının tam ortasına “neden” “niye olmuyor” diye diye tahammül etmek istemediği sorunu yerleştirip evini, eşini, dostunu da huzursuz etmesinin sebebi de “b 12” ymiş. Ara ara olmasına rağmen bu sefer eksikliği ya o yemeden içmeden kesilerek tetiklemişti ya da eksiklik onu mutsuzluğa ve kaygıya sürüklemişti, orasını tam olarak bilemiyoruz.
Sonunda huzursuzluğu bir hapla bayağı azaldı ama bitmedi. Elbette onunda zamanı vardı.
Her şeyin bir vakti olduğu gibi…