Peygamber efendimiz oğlu İbrahim’in son nefeslerinde yanına oturur ve üzüntüyle ağlamaya başlar. Onun ağladığını gören sahabeden birkaçı “Sen bize ölünün arkasından ağlamayı men etmedin mi” diye sorunca Hz. Peygamber “Hayır, ben sizi şeytanın çığlıkları gibi bağırmaktan ve üst baş yırtmaktan men ettim” diye cevap verir. Hocamız bize bu hadisi şerifi ilk okuduğunda ve şerh ettiğinde […]
Peygamber efendimiz oğlu İbrahim’in son nefeslerinde yanına oturur ve üzüntüyle ağlamaya başlar.
Onun ağladığını gören sahabeden birkaçı “Sen bize ölünün arkasından ağlamayı
men etmedin mi” diye sorunca Hz. Peygamber “Hayır, ben sizi şeytanın çığlıkları gibi bağırmaktan ve üst baş yırtmaktan men ettim” diye cevap verir.
Hocamız bize bu hadisi şerifi ilk okuduğunda ve şerh ettiğinde çok etkilenmiştim.
Evladının can verişini izleyen üzgün bir baba, üzülmesine eleştirel bir şekilde yaklaşan çevre ve her şeye rağmen itidâli elden bırakmadan ashaba öğüt veren bir
Peygamber.
Nihayetinde peygamber bile olsa “Ölüm” karşısında etten kemikten bir insan değil mi?
Buna mukâbil ölümün yakıcılığı karşısında kendini kontrol etmenin “Edep” ile bağlantısı da insanı uzun uzun düşüncelere sevk eden bir durum.
Hayat yahut yaşamak dediğimiz şey “Elimizle yazdığımız” (ya da öyle sandığımız) bir şiir.
Seçtiğimiz rollerimiz (ya da giydirilen beden) ile bir film.
Aksiyona, yaşanan drama göre geri planda sürekli bir müzik…
Değişen her sahnede fondaki müzik de değişiyor.
Fakat her güzel şiirin, filmin ve müziğin bir sonu var.
“Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin.
Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz.
Bütün mesele hazır olmakta. Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten
sahibi olmamış, erken bırakmış ne çıkar, ne olacaksa olsun.” diyor Shakespeare.
Hani her seferinde o en tepedeki eli unutup, her şeyi elimizle yaptığımızı zannediyoruz ya; ruh bedenden ayrılınca, o en sevdiklerimizi toprağa
verince bir daha bir daha anlıyoruz “benim” dediğimiz elin bile bize ait olmadığını.
O yaşamla alakası kesilen bedenin içinde ise ince, naif bir varlık, ezeli ve ebedi olandan bir parça var: Ruh.
.Hani insanların var mı yok mu diye üzerine konuştukları, yazdıkları ve hatta tartılı yataklarla test ettikleri.
Nereye gidiyor “Ruh”, bilen var mı?
Bunun bile tartışması var.
Kanımca hakikatte aslolan; kişi neye inanırsa inansın ömrü boyunca; iyilik ve güzellik için çaba gösteren, tekâmül için sürekli kalbine dönen, kalbinden masivayı atmak için nefsini sınavdan sınava sokanın zaten dünyada bile cennette olduğudur.
Bir rüyanın içinde elbette tüm bu çabalar, amma velâkin rüyada hidayet yolu için gösterilen gayretin rüyadan uyanınca da rehber olacağına dair inancımız var ya, bizi hâlâ ayakta tutan bu inanç işte.
Sağa sola devrilmeye engel, edeplice susup köşeye çekilmeye davet eden inanma hâli…
Ölüm, bir ağacın dalları arasından süzülen ışık hûzmesi gibi.
Ayrılığın sonu, biricikliğin ta kendisi, Bir ve en yüce var olana, aşkınlığa kavuşma…
Elle tutulmayan, gözle görülmeyen, kime düğün kimine nihai son…
Amma velâkin ona dair malûmat ne olursa olsun, başa gelmeden neye benzediğine dair sadece dedikodusunu yaptığımız vaziyet…
Orada öylece bekliyor, sıradaki ziyareti…
Hâk ola, rahmet ola.