Nedendir bilmem evin içinde kaybolma ihtiyacı hissediyorum bu aralar. Belki de eskilerden bir filmin yahut bildiğim ve güvende olduğumu hissettiren bir kitabın içine girip kaybolmak… Yakın zamanda Covid-19 hastası olarak nitelenen kişiyle temasta olan arkadaşlarla ben de bir arada bulunmuştum. Esas kişiye tanı konduğunu duyduğumda beynimden vurulmuşa döndüm. Öyle savunmasız bir ruh hâli ki o […]
Nedendir bilmem evin içinde kaybolma ihtiyacı hissediyorum bu aralar.
Belki de eskilerden bir filmin yahut bildiğim ve güvende olduğumu hissettiren bir kitabın içine
girip kaybolmak…
Yakın zamanda Covid-19 hastası olarak nitelenen kişiyle temasta olan arkadaşlarla ben de bir arada bulunmuştum.
Esas kişiye tanı konduğunu duyduğumda beynimden vurulmuşa döndüm.
Öyle savunmasız bir ruh hâli ki o hâl…
İçimden sürekli “Eve gitmek istiyorum” diye bilinçsizce söylendiğimi fark edince şöyle bir afalladım esasen.
Ama!
Evimiz dediğimiz yer, insanın kendini en rahat hissettiği, her türlü kötülükten, bakıştan
korunduğu bir yer.
Hâliyle “Ev” insana kendini güvende hissettirmiştir her zaman.
Şu hastalık çıkalı beri insanları izliyorum mesela, bir bakıyorum birbirini çok seviyormuş gibi
görünen aşık(!) bir çiftin boşanma kararı aldığını duyunca dönüp kendi evliliğimi irdeleyip
şükrediyorum, arabası tepetaklak olan başka birinin haberini alınca günlerdir bir türlü tamir
olmasa da hâlâ sağlam olan arabamız Zühtü’yü düşünüyorum, işi olmayan ve iş arayan
birisine denk geliyorum ve “Basıp istifayı gitsem” dediğim zamanlar aklıma geliyor, bu
yüzden söylediklerimden utanarak tekrar tekrar hâlime şükrediyorum…
Tüm bunlar güvende ve huzurda olup olmadığımı sorgulatırken, aslında nankörlük yaptığımı da fark ettiriyor bana.
Öyle hayatlar dinliyorum ki bazen, dram üstüne dram yaşamışlar ömürleri boyunca.
Güvende olmak demek, dönebileceğim bir evimin, ailemin sağlıklı olması demek…
Mesela Zühtü’nün hasta olması neye mâl olacak bilmiyorum ama o da iyileşecek biliyorum…
Sağlıklıyız, sorunlarımız çözülmeyecek gibi değil ve en önemlisi bir çok şey canımızı sıksada
dua edebileceğimiz ve güvendiğimiz bir kapımız var.
Sıkıntılar üst üste geldiği zaman zihnim bulanıklaşsa da, kaçıp yorganın altına saklanarak
hepsinin geçmesini beklemeyi düşünsem de dışarı çıkıp mücadele etmeye devam ediyorum.
Etmek zorundayım, zorundayız.
Daha o gün işyerindeki arkadaşlara “Çok sıkıldım bu maskeden” diye şikâyetlenirken akşamına bir annenin lösemi olan çocuğuyla ilgili bir yazısına denk geliyorum ve çocuğunun normalde de sürekli maskeyle dolaştığını okuyorum.
Ne nankörlük ama!
Hâlbuki gene aynı günün sabahında bir mevzudan dolayı şikâyetlenen arkadaşa “Allah’ım
hayretimi arttır” sözünü anlatmıştım.
İnsan ruhu sürekli med cezir ve değişim hâlinde elbette ama şükür yerine şikâyete dönerse
dil, o zaman eyvah hâlimize…
Tam bir aydır kitap yerleştiriyoruz raflara ve bazen adım atacak kadar bile hâlim kalmamış oluyor, müthiş yorgun hissediyorum kendimi ama gel gör ki yerleştirdiğim şey kitap çok şükür
ki, ya bir market rafından sorumlu olsaydım da her gün bakliyat yerleştirmek zorunda olsaydım hayat daha zor olmaz mıydı?
Eve dönmek güzel, evde olmakta ama evde olmaktan kastettigim şeylerden birisi de her
şeyden, herkesten azâde evde olmak.
Telefonsuz, internetsiz evde olmak.
Öyle ya evdeyken sosyal medya yahut whatsapp sayesinde yine de dışarıda değil miyiz?
Onlar sayesinde dışarı ile bağımız devam ediyor.
Bazen telefonu bir kenara atıp nerede olduğunu unuttuğum oluyor ama bazen de mesajlarda
öyle muhabbetler dönüyor ki ev halkını unutup oradaki sohbete iştirak ediyorum.
Kendimi sürekli suçlamaktan gına geldi gelmesine de neticede değişen bir şey olmuyor.
Ev güzeldir, sakinliktir, huzurdur oysa.
Güvenli bir sığınak, her türlü dedikoduya perdeli bir mekân.
Nitekim koşa koşa eve gidip cam kenarında şehri izleyerek çay içesim geldi tam da şimdi.
Hâli müsait olan koşsun.
Kalpleri ise Allah bilir.