Geçtiğimiz hafta Hançerli Medresesi Fatma Sultan Kütüphanesinde minik okuyucuları ile buluşmak ve söyleşmek için Bursa’ya gelen Görkem Yeltan’la küçük bir röportaj yaptık. Ben onunla sohbet ederken inanılmaz keyif aldım. Umarım siz de okurken keyif alırsınız. Öncelikle Görkem Yeltan kimdir ona bakalım, sonra da içine doğru yolculuk yapalım ne dersiniz?
17 Ocak 1977 tarihinde Aydın‘ın Nazilli ilçesinde doğan yazar 2001 yılından itibaren de çocuk kitapları yazmaya başladı.
2003 yılında albüm haline getirdiği “Kırmızı’nın Günlüğü” adını verdiği masal kitabındaki masalları ünlü isimler seslendirdi. Konservatuar tiyatro bölümü mezunu olan yazar aynı zamanda çeşitli diziler, filmler ve oyunlarda rol aldı. İki gazetede çocuk edebiyatı ile ilgili yazıları yayımlanan yazarın bunun dışında yayımlanmış yirmi iki çocuk kitabı var.
-Bize Görkem Yeltan’ı anlatır mısınız? Ama ben resmi olarak 1977’de doğan Görkem Yeltan’ı değil de, gerçekte kim olduğunuzu merak ediyorum?
Kendimi birkaç kere üretmeyi seven, üretimden hoşlanan, üretimin hayattaki en önemli şeylerden biri olduğuna inanan biri olarak tanımlamıştım. Yine böyle başlamamda fayda olabilir. Çalıştığım alanlarda -yazarlık, oyunculuk, yönetmenlik, şarkı sözü yazarlığı- o an enstrüman olarak ne aldıysam elime, onunla ortaya çıkardığımın bana göre iyi ve kaliteli olmasını istiyorum. En çok önemsediğim şey bu. Bununla mutlu olabildiğimi düşünüyorum. “Mutluluktan geçen yollarını kendine göre anlamlandırmaya çalışan bir üretici” diyebiliriz.
-Peki ekranda görünen Görkem Yeltan’la sosyal yaşamın içindeki Görkem Yeltan arasında nasıl bir fark var?
Ekranda görünen kimliğimi çok net tasvir edemiyorum şu anda. Çünkü çok fazla karakter oynadım. Bunlardan biri polisti, biri öğretmendi, bir yerde kültür sanat programı sunarken başka bir projede oynadığım karakter katildi örneğin.
Özel bir yön… Yani herkesin bilmediği dersek, çok inatçı biriyim ben. Bunu çok iyi biliyorum. Kendi içimde de dışarıya karşı da bunu rahatlıkla ifade edebilirim sanırım.
İnat etmeyi neden bu kadar hayatımın merkezine koyduğumu elbette bilmiyorum ama bu üretimle perçinlenen bir şey olabilir sanırım benim için. Bu inattan bazen çok da eziyet çektiğim oluyor.
-Kaderini zorlamak gibi mi?
İnandığımın peşini bırakmam. Bazen karşıdakiler için de benim için de yorucu olabilir ama ben sonuca ulaşana kadar devam ederim.
Pişman oldunuz mu hiç bundan?
Hiç olmadım. (Gülüşmeler) Bunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.
-Mevlana’nın bir sözü vardır: Kaderini zorlayıp kederini hazırlama” diye. Bunu gerçekten yapıyor musunuz kaderinizi zorluyor musunuz?
Ben bunun kader zorlamak olduğunu düşünmüyorum. Ben kaderimin zaten zorlamak olduğunu düşünüyorum. Kader olgusundan söz ediyorsak, bu olgunun içinde bana düşenin o kaderi zorlamak olmadığını ya da olduğunu kimse bilmiyor. Yani aslında benim varoluşum belki bunu zorlamak üzerine. Bunu kimse bilemez. Ben de dâhil. Elbette bu olgudan bu biçimiyle yola çıkacak olursak.
-Yazabildiğinizi nasıl ve ne zaman fark ettiniz?
Yazabildiğimi çok küçük yaşlarda babamla oynadığım oyunlar zamanında fark ettim. Bugün çocuklarla bir etkinlik ve bir imza günü yaptık. Bir hikâye ürettik, uydurduk. Ben de babamla hep hikâyeler uydururdum. Örneğin bir domates gelmiş, biberin yanına yerleşmiş, bir şeyler söylemiş benzeri gidişatı olan uydurmalardı bunlar. O gün elimizde ne duruyorsa, önümüzde ne varsa onunla ilgili hikâyeler uydururduk. Masal uydurma oyunu derdik buna. Babamın beni eğlendirmek için, benimle zaman geçirirken kurduğu bir oyundu.
Bu hayat boyu devam etti. Bu yüzden, ilk yazma deneyimimin oralara dayandığını düşünüyorum. Ama tabii ki sonrasında öyle bir hayatım ve öyle seçimlerim oldu ki… Edebiyat Fakültesi’nden sonra oyunculuk okudum. Oyunculukta da bana verilen tekstin öncesi ve sonrasını uydurmaya başladım: “Bu karakterler kimlerdir, annesi ve babası kimdir, nasıl yaşar, bizim gördüğümüz metindeki zaman dilimi öncesinde neler yaşadı ve niye bu ana geldi?” benzeri uydurukçuluklar bunlar. Oyun bittiği zaman da benim kafamda oyunun bitmediği, hep yazmaya devam ettiğim bir çalışma biçimi. Karakterlerimiz bundan sonra mutlu bir şekilde yaşadılar, direndiler, savaştan çıktılar ve o evi kendilerine barınak edindiler ya da daha ileride böyle bir mutlu son onları beklemiyor benzeri mutlu oldukları ya da mutsuz oldukları diğer tabloları da kafamda kurguladığım başka bir akış biçimi.
İlk zamanlar oyuncu olarak çalışırken önümdeki tekst için durum böyleyken, sonra senaryolar için de böyle oldu. “Öncesinde ne oluyor, sonrasında ne oluyor, peki diğer karakterler?” sorularının cevapları ve merak ettiklerimle devam ettim ve hep yazdım. Daha önce çalışırken uydurduklarımın kendi yazı dönemimde de elbette bir faydası oldu, senaryo yazarken, çocuk kitabı yazarken hiç yazmayanlar gibi başlamadım yolculuğuma ve çok fazla zorlanmadım çünkü örneğin
oynarken bir yandan yazmaya hazır hâle gelmiştim. Onların alt metinlerini, karakter analizlerini her zaman zaten yapıyordum. Kağıt kalemle aldığım bu yol, benim kendi kendime, oyuna hazırlanırken çizdiğim bir yoldu. Disiplinler arası yolculukta; şarkı sözü yazarken, kitabıma çalışırken, bir karakteri oynarken ya da yönetmenlik yapmak üzere kendi filmimi de yazarken diğer disiplindeki çalışmamla biraz da metot söz konusu olduğunda hazıra kondum. Çünkü zaten böyle ilerlemiş ve kendime bir yol çizmiştim. Yani ben bir yerin kapısını çalmadım. O zaten bende vardı denebilir.
– Bu şeye benziyor bir heykeltraş bunu ben yapmadım sadece içindekini ortaya çıkardım der.
Tam olarak böyle değil. Belki Picasso’nun beş dakika değil, 40 yıl sözü benzeri bir gidiş. Çalıştığım alanlar birbirini doğurdu. Çalıştığım alanlardaki inceleme merakım beni diğer taraflara yöneltti.
-Bir temel hazırlayarak, kayarak gitmek gibi?
Evet, kayarak gitmek gibi ve birbirinin içinde olmak gibi. Ama sanatla ilgilenen insanlar zaten bunun içinde yüzüyorlar, sadece bir anın içinde değil. Örneğin bir yönetmen oyunculuğu, müziği, kamerayı biliyor. Işığı ve rejiyi de biliyor. Kendi kurmak istediği dünyadakileri muhakkak biliyor. Bütün alanlara hâkim. Biliyor ki yönetmenlik yapabiliyor. Anlamasa, bir şeyler onun ilgisini çekmese zaten böyle oyuncaklı bir alana yönelmez. Romanın başına oturan biri bu alanda yazmak istediği her şeyi derinlemesine biliyor aslında, karakterlerini de derinlemesine biliyor. Onları yavaş yavaş çıkartıyor sadece yani kendi için oturttuğu çalışma tarzına göre bilse de bilmese de kurgulamadan oturmuyor. Çünkü boşlukta uçuşacak, uçuşanları tutacağınız, o kadar kolay bir iş değil yazı yazmak.
– Hemingway “Yazabilmek için korkunç bir şekilde incinmiş olmalısın” der. Siz bu konuda ne düşünürsünüz?
Ben her yazarın kendine göre başka bir yolu olduğunu düşünüyorum. Hemingway çok sevdiğim bir yazar. Diğer ustalarımız ve hayatımıza yön veren dostlarımız gibi. Ama herkesin başka bir yolu, bir çizgisi var. Herkesin çıkış noktası çok başka. Örneğin bir oyuncu neden oyuncu olmak ister? Bu sorunun herkeste bambaşka bir cevabı var. Geçmişinden gelen özel bir şey, izlediği, okuduğu, ona çarpan bir şey belki. Bir resim, bir tablodan etkilenme… Her şey olabilir bunun nedeni. Nedeni bulmak çok da kolay değil. Hemingway belki tarzı gereği bunu böyle anlamlandırabilecek bir çizgiye oturtmuştur ama her yazarın kendine göre başka bir sebebi, başka bir bakış açısı var. Bu düşünceyi edebiyat ve sanat dünyasının tamamına uyarlasaydık, örneğin komedi nereden çıktı diye sormamız gerekirdi. Sadece incinmiş olanlar mı komedi yazıyor? Bazen bir şeylerle eğlenenler de hayatı ve yazıyla ilişkisini bambaşka bir biçimde kuranlar da komedi yazamaz mı? Çehov gibi komedi yazdığını söyleyen ve yazdıkları diğerleri tarafından komedi olarak algılanmayanlar da olabilir. Hemingway’in dediği üzerinden ilerlersek, kendini ve incindiğini gizleyerek komedi ile var olmak isteyenler de vardır muhakkak. Öte yandan kişisel bir yolculuk bu. Herkesin kendine göre başka bir öyküsü başka bir tarzı var.
-Bir röportajınızda bir havuzdan bahsetmişsiniz; insanın yazarken bir havuzu vardır, o havuzdan beslenir diye.
Evet o havuzdan beslenir çünkü o havuzun içinde biraz önce çocukların da “Nereden yola çıktınız, nereden ilham aldınız ya da nasıl yazdınız” diye sordukları soruların benzeri aklımıza gelebilecek her şey var. Bunun içinde bugüne kadar yaşadığımız hayatımız var. Bu hayatın içinde hem bize çarpanlar, arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, dostlarımız, ülkenin yapısı benzeri dünyadan bize çarpanlar hem de hayâl dünyalarında yaşayanların yarattığı resimler, heykeller, filmler, müzikler, kitaplar var. Biraz önce bahsettiğimiz dostlarımız var ya, işte o dostlarımız da bize çok şey öğretiyor. Bu yüzden yazarken şaşırtıcı başkalıklarla karşılaşabiliriz. Hiç bilmediğimizi düşündüğümüz bir şey… Belki biz birinin kitabını okurken düşündük, belki bilinçdışımızda böyle bir şey oluştu ve biz onun ne zaman olduğunu bile bilmiyoruz. İnsan çok karışık. Yazı dünyasının çözümlemesi de öyle. O karışıklığın içinde bulduğumuz yollar da var, bulamadığımız yollar da. Belki ölene kadar o yolları aramaya devam edeceğiz. Bence bu işin en güzel tarafı bu.
-Bence de…
(Gülüşmeler)
-Çocuk kitabı yazıyorsunuz, film senaristliği, şarkı sözü yazarlığı yapıyorsunuz. Tüm bunlar belli bir temele okumaya dayanıyor diye düşünüyorum. Peki siz bu işleri yaparken yeterince okuyabildiğinizi düşünüyor musunuz yoksa aynı havuzdan mı besleniyorsunuz?
-Ben okumadan hiçbir şey olacağına inanmıyorum, hiçbir şey yapabileceğimi sanmıyorum.
Şimdiye kadar yazdıklarınız da bundan sonrakiler de okumaya bağlı. Başka düşüncelerden faydalanmadan, “ben buldum,” dediğiniz her düşünce daha önce bulunmuş bir düşüncedir. Okumadan yazamaz, okumadan yazıyla ilgili alanlarda asla üretemezsiniz. Başka dünyalar size çarpmazsa yeni dünyaları çıkartabilecek kadar zengin olduğunuzu söylediğinizde olsa olsa kendinizi kandırırsınız. O dünyaların hepsinden besleneceksiniz ki ya da size çarpanlardan şanslıysanız besleneceksiniz ki siz de kendinize bir dünya yaratabilin. Üstelik eskiden yaşayanlara göre her nesil öylesine şanslı ki…
-Söz ya da kitap yazarken insana ya bir müzik ya da bir kitap ilham verir, bir çıkış noktası olur. Bu gibi süreçlerde ne okursunuz, ne dinlersiniz? Size ilham verecek olan şey nedir?
Seçtiğim konudaki her şeyi okuyup, izlemeye ve araştırmaya bakarım. Öncelikle çalışkanlığı tercih ederim. Her alandan etkileneceğimi cebime koyarak ilerlerim, bu bakışın seçtiğim konudaki faydasına inanırım. Sadece sanatla ilgili alanlar değil elbette size bu yolculukta eşlik edenler.
-Şunu dinlerim, dinlediğim zaman kendimi daha iyi hissederim, beni kamçılar dediğiniz bir müzik var mı?
Hepsinde başka bir seçimin beni bulduğunu söyleyebilirim. Örneğin yönetmenliğini yaptığım ilk filmde dinlediğim müzikler, bu filmin müziğine yatkın olanlardı. Bilinçli bir tercihle buluşursunuz o anda ve dersiniz ki “Ben müziğin içerisinde böyle bir yolculuğa çıkarsam bu beni başka bir yere yani istediğime götürecek.” Bunlar çok açıklanabilir denklemler değildir belki ama o an siz onları rahatlıkla çözersiniz. Çünkü o ses sizin içinizde vardır. Örneğin ben daha önce hiç suyun altına inmemiş, dalgıçlık yapmamıştım ve oynayacağım karakter dalgıçtı. Bu rol için dalgıçlık eğitimi aldım, bununla ilgili sınavlara girdim. Bu rolü yazarken hep duyduğum bir sesten bahsediyordum. Su altındaki bir sesten… O benim daha önce duymadığım bir sesti. Ama su altına inince anladım ki doğru yerdeyim.
Onu hayâl ediyorsunuz ve kendi içinizdeki gerçeklikle buluşmasını sonra görebiliyorsunuz. Tabii gerçeklikle buluşmayabilir ve başka bir sesle de karşılaşabilirdim. Bildiğinizi düşündüğünüzü, var sayımda bulunduğunuzu sizinkiyle örtüştürüyorsanız önemli. Öte yandan tam şu anda öğrendiğimiz, hiç düşünmediğimizi bulmak da çok önemli. “Ama yine de benimki böyle olmalı,” deme cesareti gösteriyorsanız o da en az bilmek ve diğerleri kadar önemli.
-Popüler olandan ziyade daha dingin ve ağırlığı olan projelerde yer aldığınızı görüyorum. Bu bir seçim mi?
Popüler olan projelerde de yer aldım. Popüler kültürün içinde yer alan projelerde de oynadım ve bulundum.
-Ben sizin filmlerinizi Fransız filmlerine benzetiyorum. Hani Fransız filmlerinde uzun sessizlikler vardır, adam bir odadan diğer odaya yürür orada hiçbir şey yoktur ama bir ses vardır o sessizlikte. Siz bir sürü şeyler çıkartırsınız. Benim sizin filmlerinden anladığım şey buydu. Dedim ki bu bir seçim, bir insan sürekli aynı şeyin üzerine gidiyorsa…
Herkesin bir dili ve hayatta bir duruşu var. Kendine uygun çizgide bir şeyler üretiyor herkes. Örneğin ben oyuncu olarak yazmak istemediğim, hiç düşünmediğim bir projenin içinde yer alabilirim. Öte yandan ben o hikâyeyi yazmam çünkü o benim dünyamın içinde çok karşılık bulmayabilir o anda. Başkasının dünyasına kendi aldığım görevle hizmet edebilirim.
Popüler olan, bugün geçerli olan. Bugünün insanına ulaşan, bugünle birleşen. Otuz yıl sonra saklanıp saklanmayacağını bilemiyoruz. Belki yüz yıl sonra klasikleşecek belki de yok olup gidecek, bunu da bilemiyoruz. İyi ve yakından bildiğim bir örneğim var bununla ilgili. Kullanmak isterim yeri gelmişken. Mehmet Güreli, “Kimse Bilmez” isimli parçasını ben çok küçükken kaydetti. Aramızda bunun bize göre gülümseten bir sözü vardır: “Yıllarca sahiden kimse bilmedi parçayı”. O dönemin popüler bir dizi filminde, sonra başka bir filmde kullanıldıktan sonra birileri duydu ve artık günümüzde çoğunluk tarafından bilinen, popüler olan bir parça oldu. Neyin ne zaman popüler olacağını ve ne kadar süreyle popüler olarak yerini koruyacağını hiçbirimiz bilemeyiz. Popüler olmaktan kaçındığınız bir işin, yüz yıl sonra o döneme uyup uymayacağını da bilemeyiz öte yandan.