Araştırma Yazısı/Birinci Bölüm
Sene yanılmıyorsam 1999’du. Henüz yaşım küçük. Televizyonda kanalları habire değiştirirken belgesel gibi bir programa denk gelmiştim. Türkiye’den Romanya’ya giden bir gazeteci, gelmişken Romanya’daki Türk köylerini de gezeyim bari deyip, köylere doğru yola çıkıyordu. Gittiği köyler içler acısı tabi. Köyde yaşayan annelerimiz tabi misafir gazeteciyi görünce el işi bir şeyler yapmaya başlıyorlar. Annelerimiz el işi bir şeyler yaparken, gıcırdayan kapı hafiften açılıyor ve yaşı küçük olan bir minik kız utangaç tavırlarla kameraya bakıp bakıp kapının arkasına gizleniyordu. Gazeteci, “Herhalde bu minik kız Türkçe konuşmayı bilmiyor” dediğinde, minik kız kapının arkasından çıkıp, “8 Yaşındayım ben” demişti. Sonra köyü gezmeye başladı bizim gazeteci. Evlerde su yoktu. Köyün aşağı kısmında bulunan çeşmeden sular dolduruyordu annelerimiz. Bu olay beni çok etkilemiş ve o yıllarda yurt dışında yaşayan sadece Türkler değil, bütün İslam coğrafyasını görüp o insanlarla kaynaşıp, onların dertlerini dinleyip, Türkiye’deki vatandaşlarımıza anlatmayı hayal etmiştim. Nitekim artık bu hayal gerçeğe dönüştü.
İnegöl Belediyesi’nin gerçekleştirdiği yardım programları kapsamında Bosna’ya gitmiştik. Ben şahsen oraya gezmek görmek değil de, acaba oradaki Müslüman kardeşlerimiz nasıl yaşar, durumları nasıl, bizlere bakış açısı nedir diye merakla gitmiştim. Bazı olaylar karşısında şaşırmış, bazı olaylar karşısında ise gece bir kenara geçip göz yaşı dökmüştüm. Bosna’dan döndükten sonra ise çocukluktan beri hayalini kurduğum o projeyi gerçekleştirmeye, en azından bunun için çabalamaya başladım.
İnegöl Belediye Başkanımız Alinur Aktaş’a bu konuyu açtığımda, kendisi içtenlikle cevaplar verdi. Kendisi zaten Balkanlarda çok kez bulunduğu için bazı konularda da beni bilgilendirdi. Ve şahsi olarak kendisi de bu konuda bana büyük destek verdi. Kendisine çok çok teşekkür ediyorum. Çünkü bu proje Osmanlı yadigârlarının sesini duyurmak içindi. Ve Başkanımız da bunun güzel bir proje olduğunu ifade etti.
Sonra değer verdiğim Notus Turizm sahiplerinden Samet Özçömlekçi ağabeyim ile bu konu hakkında konuştuk. Kendisi de projeye destek vermek istediğini ve bu projenin orada yaşanan hayatların, buradaki vatandaşlarımıza anlatılması ve Balkanlardaki Osmanlı bağının daha güçlü olmasına vesile olabileceğini ifade etti.
Verilen desteklerle birlikte uçak biletimi aldım. Ve sonunda Makedonya’ya gitmek için Atatürk Havalimanı’na gelmiştim. Sabah namazını kılmak için Havaalanı içindeki mescide girdim. Sabah namazını eda ettikten sonra, sanki tanıdık bir sima gözüme çarptı. O şahısa yönelince de bir den “Selamun Aleyküm” dedim. Aleyküm Selam cevabını alınca da mescidin içinde, nedendir bilmiyorum ama “Yurt dışına yardım için mi çıkıyorsunuz” dedim. Karşımdaki ağabeyimiz birazda tebessümle, “Evet, UKBA olarak Brezilya’ya kurban dağıtımı için gidiyoruz. Oradaki Müslüman kardeşlerimizi yalnız bırakamayız” cevabını alınca, inanın gözlerim dolmuştu. O an yeryüzünde sadece Müslümanlara değil, dindaşı olmayan bir çok ulusa da yardım götüren Osmanlı torunu olduğumuzu hatırladım. Bu kısa konuşmanın ardından çıkış kapısına doğru ilerledim. Ve sonra Makedonya Üsküp…
Makedonya’da indiğimde Üsküp’e gitmek için bir taksiye bindim. Tabi anlaşacağımız ortak bir dil vardı taksici ile o da Türkçeydi. Taksici kontağı çevirirken kısık bir sesle, “Bismillah” dedi. Aslında çok mutlu olmuştum. Yani sonuç olarak bir Müslüman’dı taksici. Ve ben, Türkçe biliyor musunuz?” diye sordum. Oda biraz da tebessümle, “Çok hafif” dedi. Taksi ile şehir merkezine doğru ilerlerken, kendisinin Arnavut olduğunu ifade eden taksici bana, “Sen Erdoğan’dan korkuyor musun?” dedi. Bende korkmadığımı ve korkmamı gerektiren bir şey de olmadığını ifade ettim. Bana Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın iyi bir lider olmadığını söylemesi ile aslında çok sinirlendim. Benim ülkemin Cumhurbaşkanı Erdoğan değil de kim olursa olsun benim mahremimdir. Mahremimize üslupsuz laf eden insanlara da taviz vermek olmazdı. Taksiciyi biraz azarladıktan sonra, sonunda hemen hemen herkesin Müslüman olduğu Bit Pazarı’na ulaşmıştım. Taksici ile olan diyalogdan dolayı açıkçası gergindim. Sonra Bit Pazarı’nda yürürken Türkçe konuşan Müslüman kardeşlerimize rastladım. Tabi kendileri Bursa’ya Konya’ya ve İstanbul’a bir çok kez gelmişler folklor ekibi olarak. Benim İnegöl’den geldiğimi de duyunca çok sevindiler ve hemen neye ihtiyacım olduğunu sordular. Sonra onların vesilesi ile bir otele yerleştim. Tabi otel bizim bildiğimiz otellerden çok farklıydı. Daha doğrusu otel miydi? Henüz karar veremedim. Biraz dinlenmek için odama çekildim. Yorgunluk üst seviyedeydi. Tabi ayağımızın tozuyla Üsküp’ü en az 6-7 defa titrettik. Sürekli deprem oluyordu. Bir yandan korku bir yandan endişe… Bu yaşadığım ikinci kötü hadiseydi, taksiciden sonra. Sonra öğlen namazını eda etmek için bir camiye girdim. Depremden dolayı yukardan cami içine düşen küçük taşlar, toz duman… Camiden çıkıp dışarıda öğlen namazını eda ettik. Caminin bu halini görmek Üsküp’teki 3. olumsuzluktu. Namazdan sonra tekrar Bit Pazarı’na gittim. Bir yandan ambulans, bir yanda polis, bir yandan da birbirine giren topluluk. Aman Allah’ım ben nereye geldim diye düşünüyordum. Yani yanımda biri olsa, uçak biletin hazır tekrar Türkiye’ye gidebilirsin dese, inanın bir dakika bile durmaz geri dönüp gelirdim. Üsküp’te olumsuzluklar ardı ardına geliyordu nedense. Sonra tekrar otele geri dönüp, Radoviş’ten Üsküp’e gelmekte olan çok değer verdiğim kardeşim Kerem Sadilov’u beklemeye başladım. Sonunda oda gelince, tanıdık bir sima görünce bütün olumsuzluklar birden yerini olumlu hallere bıraktı.